Yönetmenliğini
Atıf Yılmaz’ın yaptığı, senaryosunu Safa Önal’ın yazdığı, müziklerini Metin
Bükey’in yaptığı, başrollerde Haşmet karakterini canlandıran Sadri Alışık ve
Ayşe karakterini canlandıran Ayla Algan’ın rol aldığı Aaaah Güzel İstanbul (!) filmi 1966’dan bu yana İstanbul’un ve de
Türkiye’nin geçirdiği değişimi tıpkı filmin adındaki gibi adeta bir iç çekişle
ve ünlemle, dikkatle anımsatır bize. Çünkü, Haşmet ve Ayşe’nin yanında filmin
bir başka ana karakteri de İstanbul’dur aslında.
Beylerbeyi’nde bir yalıda dünyaya gelen Haşmet, ailesinin Osmanlı’ya uzanan kökeni ile İstanbul’un o eski, Osmanlı dönemindeki haşmetli günlerini özlemle anımsar, anımsatır... Boğaza bakarken de “Benim gönlümde hala güzel İstanbul” der. Zaten “aileden kalan paraların suyunu çektirdikten sonra”, elinde kalan son güzelliği, İstanbul’u, korumak istercesine sokak fotoğrafçılığını seçmiştir kendine meslek olarak. Bu güzelliği muhafaza etmek, dondurmak ister, zamanı durdurmak ister. Film boyunca da İstanbul’u sanki Haşmet’in fotoğraf makinasından çıkmış, kartpostalları andıran güzelliğiyle izleriz. Haşmet, hayatta bir sürü şeyi kaybeden ama İstanbul’u eski haliyle korumaya çalışan bir karakterdir. Birçok farklı medeniyetin tarihi izler bıraktığı Sultanahmet’te fotoğraflarını çeker hergün insanların. Herhangi bir nedenle fotoğraf çektirmek isteyen bu insanların hikayelerini sorar merakla bir de. Sanki sadece fotoğrafla değil, insanların hikayelerinde hayat bulan kanlı canlı bir İstanbul göstermek ister bize. Yüzlerini çektiği bu insanlarla İstanbul’un farklı yüzlerini gösterir adeta.
Seçtiği
meslek, karakterine de uygundur Haşmet’in, fotoğrafçılığı hayata bakışının bir
uzantısıdır çünkü. Haşmet, İstanbul gibi, bu toprakların geleneksel
değerlerini, kültürünü de muhafaza etmek, korumak ister film boyunca. 1950’lerden
itibaren yoğun bir şekilde Doğulu kültürel değerlerden Batılı “modern”
değerlere geçiş sürecini yaşayan Türkiye’de, piyano çalan babaannesiyle yalıda
büyüyen, yani eğitimi, kültürü ve geçmişi ile burjuva sınıfına ait olduğunu her
an hissetmemize rağmen Batılılaşmamış biridir Haşmet, gelenekselliğin
güzelliğini temsil etmektedir. Zaten film boyunca da Haşmet’in karakterinde
vücut bulan gelenekselliğin, Batı tarzı bir modernleşmenin alternatifi olarak
sunulduğunu görürüz. Bu anlamda Aaaah
Güzel İstanbul (!) filmi, Türkiye’nin o dönemde içinde bulunduğu modernleşme
sürecinin maliyetlerini hafifletme işlevini üstlenen tipik Türk
filmlerindendir.
Bu halet-i
ruhiye içindeki Haşmet’in karşısına birdenbire çıkıveren, İzmir’deki kalabalık
yoksul ailesiyle yaşadığı gecekondudan “artist” olmak için kaçan Ayşe, tıpkı
İstanbul gibi kurtarılmayı bekleyen bir güzelliktir Haşmet için. Sinema
dergilerinde sunulan “artistlerin modern yaşamı” sürüklemiştir Ayşe’yi
İstanbul’a aslında. Kaldığı pansiyonun adı bile manidardır, “Medeniyet
Pansiyonu”, ki içinde medeniyetimizin ne boyutlara eriştiğini gösteren anlar
yaşanmaktadır. Ama Haşmet, yaşadığı bütün hayat deneyimleriyle bu dergilerdeki
“modern artist yaşamının” ardındaki gerçekleri bilmektedir. Israrla Ayşe’ye
gerçekleri anlatmak ister, Batılılaşmış burjuva sınıfının bu yozlaşmış değerlerini
göstermek istese de bir türlü inandıramaz Ayşe’yi. Oysa tıpkı atalarından
devraldığı haşmetli medeniyeti gibi Ayşe de saflığını ve özünü yitirmeden, bozulmadan
gelecek kuşaklara aktarılmalıdır. Haşmet, her seferinde hayran olduğu o modern
hayatın ürkütücü, çirkin yüzünden kılpayı kurtulmayı başaran Ayşe’yi ikna
edeceğini düşünerek, Ayşe’nin söylemesi için bir şarkı bile yazar bir ara ve
sembolik olarak da olsa Ayşe’nin bu yozlaşmış hayatın içine tükürmesini sağlar.
Ancak her daim kaybeden Haşmet, Ayşe’yi artık tümüyle kaybeder.
Haşmet’in bu
iç çekişle baktığı İstanbul’u, benzer bir isimle anlatan bir başka film ise,
yönetmenliğini Ömer Kavur’un yaptığı, başrollerini Kadir İnanır ve Müjde Ar’ın
oynadığı 1981 yapımı Ah Güzel İstanbul’dur.
Kamyon Şöförü Kamil ile genelevde çalışan vesikalı yâri Cevahir’in aşkının
anlatıldığı bu filmde, artık o saf köylü kızı yerine vesikalı bir yâr var. Yine
tüm geleneksel “iyi” değerleriyle korumaya, kurtarmaya çalıştığı, bu “İstanbul
gibi ilk yâri” olan kızı tümden yitiren Kamil’in öyküsüdür film. Belki de bu
nedenle benzer adlı iki filmde 1966 yapımı derin bir iç çekişle “Aaaah Güzel
İstanbul(!)” derken, 1981 yapımı sanki kesik bir acıyla “Ah Güzel İstanbul”
demektedir. 2014’den geriye dönüp baktığımızda acaba acıya alışmış o vesikalı
yârin, Cevahir’in, bedeni gibi vesikalı bir şehre mi dönmüştür İstanbul, yoksa
hala Haşmet’in aşkı naif Ayşe midir? Sanırım cevap, Türk sinemasının her zaman
başvurduğu yerdedir, seyircide…